Paralel Evrende Moko
Bu hikayenin(+18) buradaki takılarla hiçbir ilgisi yoktur ama benim bu takıları yapmaya başlamamla beraber (2014-2015) yazılmaya başlanmış, hayal gücümü pekiştirmiş ve farkındalıklar kazanmama vesile olmuştur. Bunun burada durmasını istediğimden belli aralıklarla temize geçtiğim bölümlerini müziklerini, resim ve videolarını bu başlık altında toplayacağım. Herhangi bir beklenti ya da kaygıyla yazılmamış, sadece defterlerimde tuttuğum bu hikayeyi temize geçme isteğimden ve belki birkaç insana küçük de olsa dokunabileceğini düşündüğümden burada yayınlanmaktadır. Sevgilerimle…
MOKO
Denizin karayı öptüğü yerlere, özlem ve hasretle…
Sigaramı sararken göz göze geldik, gülümsedi. Dünkü sevişmenin teşekkürü niteliğindeydi, karşılık verdim; o konuşmaya başladı ben de onun kuzeyli burnunu seyretmeye. Sanırım aşk dedi, kapı çarptı, güneş battı ve daha sigaram bitmeden yalnız kalmıştım. Oturduğum yerden insanları izlemek oldum olası hoşuma giderdi, konu ben olsam da sanki üçüncü bir kişiymiş gibi önce izlerdim. Benden çabuk cevap bekleyen insanlar hep sıkıntıya düşmüşlerdir. Sessizlik insanları çılgına çeviriyor, özellikle sabırsız insanları. İnsanlar sabrı çok hafife alıyorlar, sabırlı yapılan şeyler her zaman daha güzel olmuştur. Sakin konuşulan, uzun dinlenmeli düşünmeli sohbetler çok daha verimli ve değerli olur. Sabırla yavaş yavaş demlenmesini beklediğin çay/kahve, ince ince kaynamaya başlayan çorbalar; yemekler. Doğada bile ağaç zamanla büyüdükçe lifleri ve yapıları çok daha sık olup kırılmaz bir hale gelir ama hemen bir yılda büyüyüp meyveler vermeye çiçekler açmaya başlayan ağaçlar hep daha çabuk kırılıp daha çabuk zarar görürler. Doğadan ilham alınmalı, başka hiçbir şeyden değil…
Uzanıp bir sigara daha yaktım, kül tablasını göğsümün üstüne aldım. Dumanın tavana dağılışı hakkında onlarca şey söylenebilirdi ama benim için sadece ölü bir tütünün ruhuydu bu. Sanırım ne olduğunu anlamadığım bir şekilde terk edildim. Kapıyı açtıktan sonra bir kaç saniye beklemiş, gelmediğimi görünce daha da sinirlenip çarpmıştı kapıyı. Bazı şeyleri ciddiye almıyor olmam, ilk başlarda insanlara farklı geliyordu, kendilerini bu ciddiyetsizliğin içinde bulduklarında bir türlü kabullenemiyorlardı. Zaten “anlaşılmayan” hoşa giden değil mi ? Ben de oydum, farkındalığın geç kalmış olması benim suçum olamazdı. Sanırım uzun bir zamandır gökyüzüyle birebir temas etmemiştim yine de güneş hala uzak ve giyecek bir şeyler alabilmek için param da yok, ihtiyacım da. Ama göze de batmak istemem bu soğukta bir parça elbiseyle. Sanırım insanların arasına girip biraz müzik yapsam beni bu halden kurtarmaya yeter. “İstiklal caddesinin insanları” diye bir kavram yaratmak istemiyorum çünkü dünyanın pek çok yerinden insanlar toplanmış ve o tüketim çılgınlığının içine savrulup atılmış gibiler. Yukardan bakıldığında oradan oraya yuvarlanıyorlarmış gibi görünüyorlar. Genç yaşlarımda, bu kaldırımlarda uyuduğum zamanlar nasıl da duygulu nasıl da ruhani gelir içimi doldururdu. Şimdi ise tamamen alışveriş yapabilmek adına, bin bir çeşit dükkânda bin bir çeşit ihtiyaç dışı herhangi bir ürün satılır olmuş. İhtiyaçlarını televizyon dedikleri o kara kutular içindeki ağabeyler, ablalar belirler olmuş. Aslında insanlar “ben” likten çıkıp hepsi tek komut robotlar halini almışlar. Aynı kıyafetleri giyip, aynı saç kesimleri yaptırıp, hatta aynı yemekleri yer olmuşlar. Peki, özgün insanlar yok mu? Elbette hala varlar, iyi ki de varlar. Ama saklanıyorlar, bunun içinde bulunup böyle gözükmekten dahi korkuyorlar. Bir kaç saat çalıştıktan sonra atılan paranın ihtiyacım kadar olanını aldım gerisini köşedeki çakmakçı Necati’ye bıraktım. Kullanılmış bir hırka, şarap hatta sirke bile denebilir, biraz tütün ve kağıt alıp, rutubet kokulu iki odadan ibaret köhne evime geri dönüyorum. Gitarımı sırtımda mızıkamı cebimde taşıyor olmak bana fazlasıyla güven veriyor, sanırım onlar benim silahım. Mutluyuz birlikte, birkaç yıldır yan yanayız hiç yalnız bırakmadılar beni, tabi ben de onları. Gitarımla olan ilişkimi kıskanan kız arkadaşlarım dahi oldu, aramız fazlasıyla iyi. İçimden geçenleri bir o anlayıp insanlara anlatabiliyor, ruhları çekilmiş kimselere söylenecek kelimelerim kalmamış, tükenmiş. Tabi bunlar kendini diğer insanlardan daha büyük gören “normal insanlar “ yüzünden kaynaklanıyor. Böylesine çılgın bir teknolojiye bizi sürükledikleri için onlara binlerce kez küfür ediyorum. Sik kafalılar…
Yüzümü yıkamak için yeltendiğim musluktan saçlarımın önüme dökülüşünü izledim, ne çoklar diye düşündüm. Sonra algımın saçlarım uzadıktan sonra daha da açıldığını fark edince biraz düşündüm. Sanırım bir yerde okumuştum ‘’saçların beyin uzantısı olarak kabul edilebileceği’’bir düşünceyi. Şöyle ki; devlet daireleri ve askeriyelerde saçların kısa olma zorunluluğunu ‘’sorma, algılama, itaat et’’ olarak kabul edilebilir mi?
Sanırım bu şehirde artık benlik bir şey kalmadı, eziyet çekmekten başka bir şey yapmıyorum burada.
Biraz daha acı çekmeli birkaç yüz defa daha terk edilmeliydim. Mutfağın yolunu unutmuşum, tekrar keşfettiğimde içerde beni bekleyen küflenmiş organizmaları görünce pek şaşırmadım açıkçası. Cam bir pislik katmanı oluşturmuş üst üste atılmış, bir kısım kırık bardaklarda sanırım içtikçe fırlatılmış edası var, mümkündür. Tabi temizlemedim, yarısı siyah bir elmayı alıp siyah kısmını kangren bir bacak misali kurtarıp gerisini hayata devam ettirdim. Yemek yemeye bir türlü alışamadım, insanken sevemedim yemeyi. Kapı itildi ve içeri sakaldan görünmeyen bereli bir lavuk girdi, birkaç saniye sonra anladım onun Bahadır olduğunu. Bahadırla fazla bir geçmişimiz olmamasına rağmen yakın zamanda iyi bir arkadaşlık kurmuştuk, kapımı tekmeleyip girebilecek yetkiye sahipti elbette. Bahadır enstrümanına fazlasıyla bağlıydı, kimi kesime iğreti gelsede o büyük bir Saksafon üstadı, hatırı sayılır bir virtüözdü. İnsanların biz caz yaparkenki yüz ifadelerini izlemek bunu anlatmaya fazlasıyla yeterdi, kelimelerle ifade etmekten daha kolay olurdu. O saksafon ağzındayken kendi aldığı şekli görse, ne kadar severek yaptığını bir kez daha anlardı.
-Bugün çıkmıyor muyuz? dedi Bahadır.
-Yorgunum git başımdan.
-Gel diyorum sana; burada pislikte bir başına öleceksin.
-Temiz olanlar çok mu kalabalık ölüyor?
-Ne bok yiyorsan ye! ben gidiyorum, söylediğim her zaman için geçerli, üşürsen falan çık gel donarak ölme burada.” dedi, kapıyı tekmeleyerek açamayınca eliyle kendine çekip çıktı. Ben insanlarla yaşamayı nasıl başarabilirdim bu halde ? İnsanlara bu kadar tahammülsüzken bahadır ve onun benden zerre kadar hoşlanmayan kız arkadaşıyla vakit geçirmek hiç cazip gelmedi. Sadece müziğimi dinler yüzüme bile bakmazdı.
En bilge insanlarla konuşmak yerine zihnimde gezinmekten daha çok zevk alıyorum. Gözlerimi kapattığımda artık hiç insan sıfatı görmüyorum, sürekli bir yerden bir yere giden ateş parçaları, gazete kâğıtlarının yanarken kendi sıcaklığıyla havalanan küllerini görüyorum, ateşi harlayan rüzgârları görüyorum, evleri ve ormanları yanarken görüyorum.
Kapının sesiyle irkildim, muhtemelen üçüncü vuruşunda elinin ağırlığıyla açılmıştı zaten kale kapım. Gözleri ve saçları aynı tonda mavi olan bir kız girdi içeri, elinde kâğıt parçalarıyla. Öğrenciden genç işle ilgili olmaktan yaşlıydı. Sert bir tonla o mavilikten sıyrılıp içime girdi. Ben zihnimle boğuşmaktan “kimsin” diye soramazken.
O önce davranıp;
-Sen kimsin böyle? Dedi.
Elimle karşımdaki koltuğu işaret ettim, ama yerdekilere basmadan, yürümek gerçekten zordu. Ayağı yerdeki bir boş şişeye takılınca biraz sendeledi kalkıp tuttum, yerine oturduktan sonra yüzüne o ateş gülümsemesi yerleşti. Bu rüyaların anlamlarını şimdi daha iyi anlıyordum, ateşin beni istemesi başka türlü olamazdı zaten. Cezama razı gelip onunla konuşmaya başladım;
-Hayat amacım bu benim, kim olduğumu öğrendiğimde ilk size söylerim.
KARDELEN
Şu küvetten her çıktığımda bir gökyüzü bırakıyordum hala, ıslak bastığım yerlere küçük denizler. Nerede bu siktiğimin sigarası ? Bu eve bu kadar çok eşya aldığıma hala inanamıyorum, ne lüzmu vardı ? Her banyodan sonra çıplak sigara içmezsem kendimi iyi hissedemiyordum; pis bir alışkanlık. Geçen ay karşı pencereden beni gözetleyen herifin parmaklarını kırdıktan sonra, bu eylemi perdeler kapalı yapmaya karar verdim. Bir Doors plağı koydum, bu adam benim her zerremi okşuyor, onca yıldır hala içimde hissediyorum tüm hisleri.
Kuruduğuma göre üstüme bir şeyler almak istiyorum. Sütyen takma ihtiyacı pek göremiyordum, hem boyutlarından ötürü hem de biraz sarkması kimseye zarar vermez. Bu ülkede etek giymek keyifli, daha da yırtıcı yapıyordu beni. Montumu ve cıvıl cıvıl bir şapka alıp bu duygusuz yerden dışarı attım kendimi. Fred’in yerinde çok ses var mıdır acaba, biraz daha geciktirirsem hikayeyi bu yayın evi beni sikecekti. Cem daha kapıda karşıladı beni, yaklaşık üç yıldır bu mekânda hem garsonluk yapıyor hem güvenlik sağlıyordu, temiz yüzlü köse, çivi gibi çocuktu, çok adam aldı elimden; severdi beni.
-Hoş geldin dedi, Fred.
-Ne haber?
diye karşılık verdim, lakin hoş bulunacak bir şey yoktu ortada. Buranın ışığını sevmesem gelmezdim ama her yazarın böyle havasında hoşnut olduğu yerler vardır, benim ruhum da burayı seçmişti. Çok hikâye çıkmıştı bu sarı ışıkların altından, bu sefer ki kör bir kız acındırmasıydı. İstek üzerine hikâyeler yazmaktan köreldim iyice. Şu kitabımı bitirsem basılmasa da rahat edecektim, tamamlanmış ilk kitabım olacaktı. Sürekli gözlem yapmaya duygu bulmaya çalışsam da gerisi gelmiyordu. Kesiklerimden başka bir şey yazamamıştım, sanırım yayınlandıktan sonra tutuklanırdım. İsimsiz de çıkartabilirdim, neyse bitsin önce, gerisi kolay. Cem bira getirdi. Gözlerimi kapattım ve o an o kör kızdım ya da onu yöneten tanrıydım. Gözlerimi kapattığımda her şey olabilirdim. Kamu spotu gibi reklam filmi tadında, iki saat ve üç birayla bitirdim. Kafamı kaldırıp baktığımda karşımda çilli turuncu kafalı bir çocuk vardı, gülümsemesiyle bana çocukluk aşkımı hatırlattı. Onun da böyle ahmakça bir gülümsemesi vardı.
-Ne vardı? Dedim.
-Afedersiniz izinsiz oturdum, rahatsız ediyorum ama. Dedi,
Lafını bölüp
-Evet rahatsız ediyorsunuz, dedim.
Kalktı, gerçek bir isteği olmalı diye düşündüm.
-Pardon, pardon buyurun afedersiniz, kötü bir gün yaşıyorum da, dedim.
-Ben fotoğrafçılık bölümü öğrencisiyim, ödevim var sizi yazarken birkaç poz çekebilir miyim diye soracaktım sadece, dedi.
O an Fred’le göz göze geldik yaklaşıp “dostum kusura bakma o sevmez öyle şeyleri” deyip uzaklaştırdı. Ben de minik bir dudak yaymasıyla kutladım kurtuluşumu. Saat ilerledikçe haftada bir dışarı çıkabilen, beyaz yaka tayfası yanında binbir çeşit makyaj bokuyla dolu manitalarını alıp gelmişlerdi. Benim kaçma zamanım çoktan gelmişti, masayı evim gibi kullanıp darmadağın ettiğimden hepsini çantaya iteledim, bara biraz para atıp hızlandım. Fred ve diğer çocuklarla selamlaştım Cem’in götüne okkalı bir şaplak attım, alışıktı ama insanlar bana ve ona anlam veremeyince kızgın bir bakış attı, gülümseyip kendimi sokağa attım. Beyoğlu’nun bu saatleri güzeldi, bir kaç ıslık bir kaç laf atma çabası ne kadar duygusuz, ödlek pezevenkler olduklarını düşündürdü bana. Köşeyi döndüm ve tam hizamda dikilmiş adamın, Erhan denen gerizekâlı olduğunu anladım, daha yüzündeki yara kapanmamıştı. Hızlanıp kollarımdan tuttu , seni leş kar.. Derken bu mavilikten beklenmeyen bir şiddetle yıkıldı. Etraftan bir uğultu ve kalabalıklaşma yükselince ben şirin edamla aralarından sıyrıldım, ilk iki insan hariç o kafayı atanın ben olduğumu tahmin etmelerine imkân yoktu, tabi kafamdaki kan hariç.
Binaya girerken alt komşum emekli yazar her gördüğünde ‘’seni yazıyorum’’, diyor ve artık bu adamdan yeterince sıkıldım, yetti. Eve çıktım evimin kokusunu sanırım şu yapay mumlar ve marlboro belirliyor. Suyu açıp küvetin dolmasını beklerken birkaç mum daha yaktım ve Doors’un devam etmesini sağladım. Soyunurken dans etmeye başladım, beni tanıyanlar hiçbir zaman böyle bir şey yapmayacağımı sanırlar ama ben ve içimdeki adam baş başayken dans etmeyi seviyoruz. Küvet dolunca kendimi tutulup, ufak diye acınıp, denize geri atılan kefal gibi bıraktım küvete.
[sc_embed_player fileurl=”https://mokoartdesign.com/wp-content/uploads/2018/02/The-Doors-People-Are-Strange.mp3″]
“People are strange” çalmaya başladı ve o küvetin içinde Morrison’la birlikteydik. Dilini kulaklarımda hissettim ilk, sonra saçları göğüs uçlarımda gezindi her gitar riffi her kelimeyle biraz daha kendimden geçiyordum, bacaklarım kasılmış nefesim hızlanmış göğüsüm daralmıştı, suyun üstüne çıkıp tekrar geri düştüm. Suyun değdiği her yer bu adamdı sanki, sürtünüyordu her zerreme. Su daha da ısınmaya başladı, içimden bir alev yükseldi sonsuzluğa. Eğer öldüğümde bu adamla olamazsam ölmenin de bir anlamı yok. Gittikçe sona daha da yaklaşıyordum. Yavaş yavaş göbeğimden aşağıya indi, piyano soloyla tamamen içimdeydi artık; inlemelerim boş banyomda yankılanıyor kendi derime verdiğim zarar gözle görünür hal almış parmağım içimde kaybolmuştu, Jim “hadi” dedikçe daha da derinlerdeydi, göğsümün biri kopacak sandım. Kopsun. Sonunda oldu, şarkıyla beraber ben de bitmiştim. Tuhaftım ve kimse ismimi hatırlamazdı Jim haklıydı. Jim gitti, küvet boşaldı, ben boşaldım, uzun süre suyu çekilen küvette çırılçıplak yatmaya devam ettim.
Telefon çalmaya başladı, bu telefonun sesinden iğreniyorum, aslında her telefon sesinden iğreniyorum; ne ruhsuz sesler bunlar. Arayan yayın evindeki sekreter kızdı, hikâyenin yetişmesi gereken zamanı aştığını vurgulayıp kapattı. Bayılmıyordum ama hayatımı devam ettirmek için bunu yapmam şarttı.
Zıbarıp yattım.
Sabahları pek sevmem ama bugün bir ayrı güzel gözüktü gözüme. Pencereyi açıp karşıdaki camda saksısını sulayan ablayla selamlaştım, kahvemi içerken sokakta koşuşturan enerji dolu yeni nesillere göz attım. Hayatın devamı adına plan yapmayı babam öldükten sonra bırakmıştım, onunla da çok planlarımız vardı, yazlık yapmayı planlamıştık mesela. O emekli olacaktı, Edirne’de bir köye yerleşecekti ve yazın birkaç ayını annemlerle orada geçirecektik. Cuma akşamıydı işten çıkıp eve geldi her zamanki gibi, sonra birden yatağına devrildi, koca bir adamdı. Vücuduyla baş edebilmek gerçekten çok güçtü. Onu nefes aldırma çabalarım suni teneffüs yaptığım zamanlar dün gibi aklımda, büyük bir can harbiydi. Ama başaramadı, gitmeyi tercih etti. O gittikten sonra çok büyük bir hissizlik hâkim oldu vücuduma, konuşmayı bırak beyin fonksiyonlarımı dahi kullanamaz olmuştum. Sonra ölümün de doğum kadar doğal olduğu telkinlerimle kendime gelmiştim, ama geleceğe dair planları mümkün mertebe bırakmıştım. Ona dair pek çok soyut, somut anılar saklamıştım. Bir gün çocuğum olursa onu anlatabilmek için.
Bugün küçük bir yürüyüş yapmak istiyorum bu güzel havaya istinaden, Karaköy’e indim oradan tünele oradan da yukarı tırmanıp istiklale çıktım. O müzik aletleri özellikle üflemeli sarı ağırlıklı olan aletler gözüme çok hoş görünüyor. Hep bir müzik aleti çalmak istedim her insan gibi, lakin hiç bir zaman o sabrı gösteremedim.
Caddenin sonundan başına doğru yürürken sokak müzisyenleri, evrenin bütün seslerini birbirine karıştırır gibi. Liseye gelmeden hemen önce büyük bir kalabalık vardı, halay çekiyorlar gibi geldi, ama herkes birbirine dönmüş bir şey konuşuyorlardı. Tabi kalabalık herkeste olduğu gibi bende de merak uyandırdı. Aralarına girdim, bu renkle dikkat çekmemem mümkün değildi. Yol verdiler bana resmen ve duvar kenarında oturan gitarını kucağına bırakmış bira içen bir adam gördüm. Saçları birbirine girmiş omuzlarına kadar uzundular, üstünde bol krem renkli hâkim yaka bir gömlek altında yeşilimsi yırtık bir kot vardı, bir kolu komple dövmeli, sağ elinin işaret parmağında yonca desenli bir yüzük vardı. Yüzünün sağ tarafında boydan boya bir kesik vardı, benimkilere benziyordu ama daha önce onu görmediğime emindim.
Bütün insanlar neden bunu bekliyorlar diye düşündüm, adam birası bitince diğer boşların yanına koydu, gözlerindeki baygınlığın nedeni anlaşıldı. Başlamadan önce etrafa bir göz gezdirdi, onca kalabalık ona nasıl bir ego vermiştir kim bilir.
[sc_embed_player fileurl=”https://mokoartdesign.com/wp-content/uploads/2018/02/Uçurdu-Hayallerim-online-audio-converter.com_.mp3″]
Gözlerimiz bir anlık buluştu, sanki o boşluktan içeri baktığımda bütün cevapları bulabileceğimi düşündüm. Adam o şarkıyı çalmaya başladı, insan ne yaşamış olmalı böyle olmak için dedim kendi kendime, herkes gibi. Ve adam bir an için gitti sanki bizi de götürdü yanında, orada yer mekân yoktu, zaman yoktu, yer çekimi denen zamazingo yoktu, gözlerim arkaya dönmüş zihnimin içinde geziniyordu sanki. Adam aniden kesti çalmayı, herkes boşluktan düşer gibi oldu. Gözlerini silen kızlar gördüm, dizleri çözülmüş ayaklarını doğrultmaya çalışanlar, bu duygunun adı neydi? Boşluk muydu? Hiçlik miydi? Bilmiyorum. Bunu öğrenmeliydim. Adam kalktı, kimse yerinden kıpırdayamadı, savaş sonrası mahşer alanı görür gibi kaldı insanlar, içlerindeki fırtınaları da alıp birer birer dağıldılar. Bir kaç saniye sonra farkına varıp peşinden gitmeye başladım, lisenin sağından aşağıya indi. Masumiyet müzesi istikametindeydik, nereye gideriz diye düşündüm. Normal bir yer düşünemedim, koltukta oturduğunu su içtiğini yemek yiyip sıçtığını düşünemedim. Bu adamın yaptığı tamamen ruhani bir şeydi, insani ihtiyaçları olabileceğini düşünemedim. Sağa döndü, daha gitarı kılıfına bile koymamıştı bir elinde gitar diğer elinde kılıf, büyük bir hızla ilerliyorduk. Ben onca şey düşünürken önümdeki adam birden yok oldu. Sokağın bir o başına bir diğer başına koşup bakındım. Ama kimseler yoktu, sokaktaki binaların birinde olmalı diye düşündüm. Ama o yerlerin hiç birine konduramadım o ruhu. Geri döndüm eve, ne yol boyunca ne de gece boyunca aklımdan çıkaramadım adamın yaşattığı yolculuğu.
Akşam Fred’in yerine gittim selam verdim çocuklara, hala aklımdaydı o ruh. Bardan biri beni seyrediyordu girdiğimden beri, en ufak hareketlerimi dahi ezberlemeye çalışıyormuş gibi kısıyordu gözlerini arada, aklından hiç silinmesin diye. Benim de ona bir dakika kadar baktığımı görünce cesaretini toplayıp yanıma geldi
-Merhaba, dedi.
Kafa selamıyla dâhil oldum merakına.
-Sen Türk müsün?
-Bilmem hiç düşünmedim dedim
-Nerelisin peki ? diye sordu.
-Ne fark eder dedim.
Aslında beğenmiştim çocuğu, aklımdan pozisyonlar bile geçer olmuştu . Daha fazla böyle devam edersem gider diye düşünüp gülümsedim.
-Sen söyle
Bilmem diyecek gibi oldu ama yüzümdeki ani ciddileşmeyi sezince hafif öksürüp havadaki gereksiz samimiyeti dağıttı.
-İşten çıkıp geldim, bir çiçek dağıtım şirketinin ortağıyım.
-Ne hoş. Yeşillik satıp kurutturuyorsunuz öyle mi?
-”Mutluluk dağıtıyoruz” diyoruz biz ona.
Tebessümle durduk, bir şarap açtırdı lakin ben şaraptan nefret ederim, bir bira daha söyledim. Yaklaşık on beş dakikadır susuyorduk, o beni süzerken benim aklım o eldeki yonca desenindeydi. Ona yaklaşıp kulağına “kalkalım” dedim, anında bir tepkiyle hesap istedi. Kol kola çıkarken Cem’e şaplağımı gene esirgemedim.
-Araba otoparkta hemen ileride.
Tamam der gibi ağzımı oynattım. İki sokak aşağıdaki basit bir otoparktaydı bmw’si, böyle bir arabayla böyle bir mekâna neden geldi hala anlamış değilim.
-Evin nerede? Dedi
-Sana gidelim dedim.
Kafasını sağa doğru eğdi, eyvallah der gibi.
Arabadayken bacağımı elledi, içinde kopan fırtına dudağının gerilip büzülmesinden belliydi. Evi Beşiktaş’ta yüksek bir binanın üst katlarındaydı, salonun ön cephesi komple camdı içeride sarı ışıklar ve az eşya vardı, muhtemelen kiralık bir evdi.
-Yatak odası ne tarafta? Dedim. Gülümseyerek sol tarafı işaret etti.
-Ben geçiyorum gelirsin birazdan dedim.
-Tamam. Dedi.
Bıçağı eteğimin kenarından içine bir askıyla astım, kelepçeleri yatağın altına baş tarafına koydum, gömleğimin bir kaç düğmesini açıp uzandım sol göğsümün yarsını dışarıdaydı. Yaklaşık beş dakika sonra içeri geldi, ben gözlerimi tavana dikmiş kemik kesilmiş bir şekilde yoncadaydım, her boşlukta zihnimde gezinen adamda. Bu yıllardır olmamıştı, hiç hoş değildi. Aklım ondayken nasıl sevişebilirdim?
Hiç konuşmadan saçımı yüzümden çekip öpmeye başladı beni, esmer tatlı bir teni vardı. Ben tepkisiz dona kalan duruşumu bozamamıştım bile, göğsümü aldı avucunun içine, bir ara fazla sıktı, dudağımı ısırdı işte o an çözüldü donakalan vücudum. Bir anda çevirip üstüne çıkarttım bedenimi, boynunda iz bırakmak yüzünde bırakmaktan zevkliydi. Isırdım boynundan, kalçama uzanan elleri tuttum eteğimi bıçakla beraber çıkarıp göstermeden kelepçenin yakınına yere koydum. Sonra devam ettim, içime girdiğinde pek bir şey hissedemedim, artık hissedemiyordum sanırım. Mimik değişimi bile sağlamamıştı, ben zıplıyorken o gözlerini kapatıp bacaklarını kasıyordu. Kelepçelere uzandım, sesi duyunca irkildi. Sıcak bir tebessüm ve iki elde kelepçe görünce seks oyuncağına dayanamayan cins, farklılık isteğiyle diretmeden teslim oldu. Ellerini yatağa vurunca bütün beden benimmiş hissi veriyordu bana, haz almaya başlamıştım tam. Külotumu açık ağzına tıkadım, “hı!” diyecek oldu masum gülümseme gene her şeye yetti. En zevkli anı geliyordu önce evden hızla çıkabilecek planı yaptım ve daha sonra vücudunun üzerine yatıp bıçağı kılıfından sessizce sıyırdım. O doruklara yaklaşmaktaydı gözleri kapalıydı, tekrar doğrulup vuracağım yeri gözüme kestirdim. Hızla salladım bıçağı, aynı anda içime boşalıyorken tam sağ gözünün altına ve burnuna geldi uzun ve karizmatik bir yara, en iyi ihtimalle yirmi dikiş. Bingo! Acıyla çırpınıp ne olduğunu anlamayan kanla dolan gözlerini açmaya çalışıyordu. Göğsüme ve yüzüme kan sıçradı, bu sıcaklığı çok seviyordum. O yatakta çırpınırken bir kaç saniye içinde evi terk edip taksi çevirdim. Kış olduğu için montla üstüme sıçrayan kanları gizlemek kolaydı. Saat sabaha yaklaşmıştı duşa girip yatağıma uzandım bir ertesi gün hapı aldım, içimde bir rahatlama vardı. Bu kesikler benim meditasyonumdu sanırım.
Tekrar boş kalan zihnim adamını çağırdı, güneş üzerime doğduğunda o kirli saçlar zihnimi kaşındırıyordu. Onu bulabilmek için tekrar o sokağa gittim. Eski bir vosvosun arkasında İki binanın arasında bir boşluk vardı uzunca koridor gibi, girdim oradan ileride bir kapı vardı. Girdim içeri, tedirgin olmadım değil ışık yoktu elim bıçağımdaydı boğuşma yaşayamazdı bu beden ama zarar verip kaçabilirdi. Bir kat çıkıp telefon ışığı yardımıyla bir kapı buldum, hiç insan barınağına benzemiyordu burası. Binanın içi dahi dayanılmaz kokuyordu, kapıya vururken aralandı kapı kafamı uzattığımda kanepeye uzanmış onu gördüm. Saatlerdir zihnimde dolaşan ruhumu besleyen adamı, içeri girdim kapı kapanmadı, perde gibiydi görevi. Geniş bir salonda sağlı sollu iki kanepe vardı, sağdakinde o yatıyordu soldakinde bir kedi vardı bembeyaz, sanırım odadaki tek temiz şeydi o pamukluk. İçeri adım attığımda yerdeki bira kutuları ve poşetlerden çıkan sesle diğer odaya kaçtı pamuk. Yüzünde tamamen beynini yitirmişlik ifadesi vardı, gözlerini tavana odaklanmış beni daha görememişti. Sessizce ayakucuna oturmayı planlıyordum ki yerdeki bir şeye basıp dengemi kaybettim, anlık bir refleksle doğrulup bileğimden tuttu beni. Gülümsedim teşekkür imasıyla. Yanına oturduğumda gözümün içine bakıyordu aynı hiçlikle, birkaç saniye parlak bir şeye bakmaya inat eder gibi baktı, bir şey görmüşçesine açarak o baygın gözlerini.
-Sen kimsin? Dedim.
Bir kaç saniye daha bakıp sonra gözlerini kırpmaya başladı, bedenine döndüğünde ancak konuşabildi benimle.
-Hayat amacım bu benim, kim olduğumu öğrendiğimde ilk size söylerim.