Moko
Bu küvet, bu mavilik bana hayatımın anlamını sorgulamayı bıraktırmıştı. Böyle bir şeyin gerçek olma ihtimali neydi ? Gerçek hayatta böyle şeyler olur muydu? Peki, gerçek hayat neydi? Kimine göre yaşamak bir parça ekmek bulabildiği gün gerçekti, kimine göre holdingini kuramadan ölmemek. Kimine göre en güzel kadınla evlenmek kimine göre sadece âşık olabilmek. Benim gerçekliğim gökyüzü, denizler, okyanuslar ve su birikintileri üzerindeki maviliklerdeydi.
Sonunda bulmuştum o aradığım dibi karanlık olmayan tek maviliği, sonu olmayan evrenimi. Bir patlamadan oluşmamış ve somut enerjiye sahip değil yani şöyle ki hiçbir zaman enerjisi bitip tükenip kendini yok etmeyecek. Karşımda oturuyordu ama yarım kalmış kendini tekrarlıyordu.
Benim ilgilenmek istediğim tek organizma şu an karşımda iki büklüm düşler gören gökyüzü kılıklı kız. O beni izlerken ben ona bakmamaya çalışarak birkaç düşüncemi karalıyordum.
Hayatımın, bu yıllar süren eziyetim sonunda son bulmuştu, anlamı anlamıştım tanrı eğer varsa benimle alay ediyordu. Benim düşüncelerimi kullanıp benimle taşşak geçiyordu.
Plakları çok sevdim hep ama ne geçmişimde ne geleceğimde olamadılar, ne ailemde ne arkadaşlarımda bir gramofon yoktu, uzaktan sevgiydi benimkisi. Kalktım güzel bir plak kapağı görüp takmalıydım çoğu müzisyenin adını bilmiyordum. Kenny G gördüm açık tenli sevimli bir adama benziyordu, sanırım soprano bir saksafon çalıyordu, aklıma Bahadır geldi.
(Buraya Kenny G şarkısı gelecek)
Yüksek ihtimal eve birkaç kez gelmiş beni göremediğine şaşırmamıştır. Ama adam işinin ehli büyük adam, gözlerimi kapattım ve müziğin içine girdim yeşillikler içersinde kollarımı sallıyordum ve güzelim yapraklar her yerime değiyor beni temizliyorlardı bir kedinin kendini temizlemesi gibi, doğanın muhteşem temizlik anlayışının içindeydim ve bu mükemmeldi.
Dans ediyordum ağaçların arasında koşuşturuyordum ağaç dalları kulağıma çalınan müziğe tempo tutuyordu. Uyandığımda Kardelen beni izliyordu e dans desen değil his desen değil bir başkaydı vücudumun tepkileri. Gülümseyip ona yaklaşıp güzel bir öpücük kondurdum dudaklarına, seviyordum onu kesinlikle seviyordum. O ise meraklı gözlerle beni izlemeye devam etti, elinden tutup onu da bu değişik olaya davet ettim. Belinden kavrayıp onu kendi bedenime yaklaştırdım ki aradan başka gezegenler geçemesin, yörüngemiz değişmesin. Hep benim çekim alanımda olsun isterdim. Evet, bencildim ama şu sistemdeki en büyük bencil güneş iken benim bencilliğim pek düşünülmezdi. Bırakmazdı gezegenler istedikler yerlere gitsin istediğinin yamacında dursunlar. Kardeleni ben çekmemiştim o benim alanıma girip etrafımda dönmeye başlamıştı. Onun her yanını aydınlatıp ısıtmak da benim görevimdi, ben onun güneşiydim. O soru sormamak arasında gidip geliyordu, ben onun sormasını beklemedim;
Bu dünyanın bazı ilginç yönleri var kimisini kulaktan duyarız kimisini yürekten hissederiz. Bizim içinde bulunduğumuz en nadir olanı yani gözle görüleni. Yani dediklerime inanmanı beklemiyorum ve o yazdıklarımı hiç bir zaman okuyamayacaksın. Bunların yeterince kafa karıştırıcı olduğunun farkındayım ama bilmediklerini bilsen kafanın daha çok karışacağından emin olabilirsin. Sadece şunu söylemek istiyorum bundan sonra sen istediğin sürece hep yanında olacağım.
Gözleri doldu sanki o kestiği adamların hepsi için dökülecek gözyaşları hazırlıyordu, içi su dolu balon gibi patladı göz pınarları. Onu teselli etmedim yanına yaklaşmadım onu gözyaşlarıyla baş başa bıraktım. Gidip kendime bir bardak çay aldım, soğuktu, olsundu, gırtlağımın ıslanmaya ihtiyacı vardı çünkü bu gece fazlasıyla konuşmam gerektiğinin farkındaydım. Koltuğa uzandım artık bedenimi ve zihnimi ona adamıştım, yani öyle olması gerekiyordu onu artık bir başına bırakamazdım. Kafamın üstündeki rafta birbirine tellenmiş kâğıtlar vardı o ağlamasını sürdürürken ben kâğıtları okumaya başlamıştım. Kardelenin yazısıydı, bu kestiği adamlarla dolu bir hikâye başlangıcıydı, belki de bir kitap. Ama zevkine yaptığı bu işi sanki gizli bir tarikata üyeymiş de onlara olan bağlılığını kanıtlamak için yapıyormuş gibi anlatıyordu.
“O günün içindeki saatleri tek tek götüne sokmak istiyordum esasen ama bunların hiç birini yapamazdım o bana lazımdı. Göz göze geldik yanıma gelmesi için çok fazla nedene sahipti ama en baskını hormonlarıydı, selam verip konuya geçti
-Ne kadar dedi? Ne, ne kadar dedim saati dedi?
Şimşek çaktı saç diplerimden, küçük ellerimden beklenmeyen bir hassasiyetle elimdeki şişeyi kafasına vurdum ama kırılmadı. Kırılana kadar vurdum, o yerde bacaklarını etrafa savururken ben tepesine çökmüş şişeyi kafasında kırmaya çalışıyordum. Bir tekila şişesiydi büyük ve kırılmamaya yemin etmiş, müzelik. Kırılınca bıraktım çıktım…..”
Güzel yazıyordu, biraz kurmaca biraz gerçekçi. Ben ilk sayfayı bitirdiğimde geldi yanıma, koltuğa değil yere oturdu dizlerinin üzerinde, ellerini çenesinin altına birleştirip odak noktası olarak gözlerine bağladı beni. Sordu;
-Sen gerçek değilsin değil mi? Benim hayal ürünüm hatta yazdığım sapkın bir karaktersin, ben şu an rüyadayım sabah olacak ve sanki haftalar sürmüş sandığım bu rüyanın sadece birkaç saniye olduğunu anlayıp elimi yüzümü yıkayıp o lanet iş yerine yazılarımı götürmek için çıkacağım evden.
-Sadece senin rüyanda yaşıyor olmak için vazgeçtiğim her şey için binlerce kez daha vazgeçerdim.
Gözleri yanıyordu sanki alev çıkaracaktı eğer içi su dolu olmasaydı, ama hiç bir bulut saklayamazdı onun içindeki gökyüzünü.
-Daha bilmediğin pek çok şey var kendin hakkında ve benimle ilgili, daha önce bu kadar bağlı bir şey hissettiğimi hatırlamıyorum Kardelen.
-Daha gerçek ismini bile bilmiyorum, seni benden başka gören var mı onu da bilmiyorum. Hayali arkadaşımı çocuk yaşlarımda terk etmiştim, büyüdü de bana acı çektirmeye mi geldi?
Buna öykülmek zor biliyorum ama pek bir seçeneği yoktu. Uzun bir süre ben koltukta uzanmış o dizlerinin üzerindeyken bakıştık ve o kadar sessizlikten sonra beni öldürmeyecekse beni sevmesi gerekiyordu. Ve güzel bir geceye bu şekilde başladık, o beni öperken benim aklımda onun belindeki çukurlar vardı. Parmaklarımı oralara batırmak ve dudaklarını ısırmak benim için hayattaki en güzel şeylerdi şu anda. Aniden arkasını dönüp kendini bana yasladı elimin birini göğüslerine götürdü. Odanın duvarları hem kendi etrafında hem de bizim etrafımızda dönüyordu. Biz odanın ters yönünde kendi etrafımızda dönüyorduk. Kaç mevsim kaç yıl değişti dönüş yaşanırken bilmiyorum. Kaç uygarlık değişti, kaç hayvan nesli tükendi de yenileri evrildi bilmiyorum. Fakat bu bizim saman yolumuzdu. Başka canlıların var olup olmadığını en iyi biz biliyorduk. Uzaktaki yıldızların hepsi biz istediğimiz için uzaktaydılar. Kayan yıldızların hepsini biz öldürdük. O ışığa dakikalar sonra erişmenizin sebebi bizdik. Işık yılı denen olay biz istedik diye var, uzaklara gidememenin sebepleri tamamen bizdik. Altımızda bulunan yapay bir koyun postunun üzerine uzanmıştık, o benim üzerimdeyken dünyanın hâkimi gibiydi, kollarını gökyüzüne çeviriyor yüzü kollarını takip ediyordu. Omzu göğüsleri bu denli güzel yaratılabilirdi, bana ne büyük hediyeydi. Onun içinde her şeye hâkimdim .
En derinlerine batmışken çukurların ne denli derin ne denli karanlık olduklarını düşünüyordum. Yeni bir insan nesli yaratabilmek için çok mu geç kalmıştık? Belki herkesi öldürebilirdik, tanrı aşkıyla bir gemi yapmak için belki biz gönderilmiştik. O kadar güzeldi ki hepsini öldürün ve yeni bir insan ırkı yaratın diyormuş gibi hissediyordum. Terli vücutlarımızın birbirine değmesi ve onun güneş sistemi benim bir parça yıldızım gibiydi, ben onu kenarda parlaklık yaratsın lakin insan yapmasın kimseye bağlı olmasın diye yaratmıştım.
-Moko ne demek? Dedi.
-Moko Yeni Zelanda yerlileri Maorilerin yüzlerine yaptıkları bir çeşit kamuflajdır. Bu zamanla kalıcı bir dövme halini alır. Kabiledeki erkek veya kadınlar kabile içindeki konumları yükseldikçe yüzlerindeki dövmelerin de sayıları yükselir. Moko doğayla bir olmaktır, Moko gizlenmek, saklanmaktır. Moko güzelin içinde kaybolmaktır.
Bir diğer hikayeyse bu “Moko” denilen dövmenin adet haline gelme hikayesidir;
14. yüzyılın başlarında sıcakta kavrulan Maori kabilesi içerisinde küçük bir aile yaşar. Moko, Şila bir de çocukları Soca. Soca kabilenin el üstünde tuttuğu, onun güzelliğine yenik düştükleri bir kız çocuğudur. Soca henüz 4 yaşındadır, anne babasının sevgisi onu sürekli mutlu ve sevecen tutar. Moko ve Şila büyük zorluklar sonunda birbirlerine kavuşmuşlardır. Moko’nun çok can yakması gerekmişti. Sert oyunlardan geçmesini isteyen bir babası vardı Şila’nın. Ama Moko’nun Şila’ya olan sevgisi o kadar çoktu ki babası ne derse desin hepsini yerine getirdi. Bunların üzerinden çok zaman geçmiş çocukları olmuştu ve onun mutluluğu için ellerinden geleni yapıyorlardı. Moko gün içinde avlanır, getirdiği hayvan parçalarını Şila yemek olarak pişirir, kemik ve derilerinden de kıyafet ve ev gereçleri yapardı. Evleneli yıllar olmasına rağmen hala her gece sevişirlerdi. Sıcağı sevmezdi kestane tenli Moko. Şila çok severdi güneşle yenişmeyi. Bir sabah Moko her sabah olduğu gibi Şila’yı tutkuyla öper ve ormana avlanmaya gider ve bir daha hiç dönmez. Şila ilk günler ağlama nöbetleriyle uykusuz bir şekilde onu bekler. Kabile Moko’nun sürekli avlandığı yerleri defalarca arar ama ne ondan ne cansız bedeninden, kıyafetlerinden, av gereçlerinden hiçbir kalıntı bulamaz. Bir hayvanla dövüşürken öldürülen kabile sakinlerini dualarla törenlerle uğurlarlar, ama böylesi şimdiye kadar yaşanmış bir şey değildi. Kabilenin büyükleri bulunması ve törenle uğurlanması gerektiğini yoksa başlarına kötü şeyler geleceğini söylüyordu. Bilgeleri dinleyip sürekli arama grupları kuruluyor bütün orman karış karış aranıyordu ama hala bir iz yoktu. Mevsim değişmiş, bitkiler büyümüştü. Artık bir kalıntı varsa da bulmak imkansız hale gelmişti.
Şila her gece dualar ediyor Mokosuna telepatik enerjiler gönderiyordu. Yaşadığını biliyordu, çok emindi bundan. “Eğer ölse bunu hissederim, o benim bir parçam” diyordu.
Konunun üzerinden haftalar geçmiş herkes günlük işleriyle meşgul; savaşçı erkekler avda kadınlar yemek pişiriyor hayvan ve bitki artıklarını değerlendiriyorlar, çocuklar da her yerde olduğu gibi burada da oyunlar oynuyorlardı. Koca gövdeli ağacın yanından sessizce çıkıp gelmiş, köyün göbeğindeki ateşin yanına oturmuştu. Etrafa saldırmıyor sadece dişlerini gösteriyordu. Ama bu koca Panteri görüp korkmamak pek mümkün değildi. Bütün kabilenin kadınları saklanmış, çocuklar ağaçlara tırmanmış bilgeler ise sessizce çadırlarının aralıklarından bakıyorlardı.
Şila fazla sessizlik olunca durumu garipseyip çadırın önüne çıktı. Pars ona bakıyordu yattığı yerden. Şila ona doğru yürümeye başladı, iyice yaklaşınca pars ayağa kalktı. Pars koca kafasını Şila’nın göğsüne yasladı, Şila onu boynunun altından sevdi. Sonra beraber yürüdüler, kabile arkalarından baktı. Bilge köy meydanındaki ateşin yanında duruyordu, Soca ağlayarak annesinin peşinden gitmeye çalışsa da onu bırakmadılar. Bilge Socayı karşısına aldı yere eğilip ateşin içinden kömürün karasını alıp Socanın yüzüne sürdü. Soca o kabilenin ilk kadın savaşçısı oldu. Kömürün karası yüzlerindeyken en güçlü hissedenlere, kendini doğayla bütünleşmiş hissedenlere ve eski insanlara.
Kardelen çok sevdi hikayeyi, dönüp öptü Mokosunu ağsından.
-Hadi deniz görelim biraz, dedim kafasından öperken, o bir an toparlanmaya çalışacak gibi olup vazgeçti. Tamam dedi dişimi fırçalıyım çıkalım.
En yakında olan fındıklı sahiline indik, sağ tarafında bir çay bahçesi vardı ama ben toprağa oturmak istiyordum. Denizin hemen yakınındaki bir ağacın gölgesine oturduk. Bir vapur geçti karşımızdan ondan hemen sonra sular denizi çevrelemiş betonları dövmeye başladı. Ettikleri küfürleri duyabiliyordum bunca suyu betondan çerçevelerle kapatmak ancak insan ırkının aklına gelebilirdi. Doğanın intikamı yaklaşıyordu, asfalttan çıkmış çiçekler bunun ilk habercisiydi. Bu doğanın ne kadar canını yaktıklarına karşı doğru düzgün bir fikirleri bile yok, kendi hayatlarını yaşayıp defolup gideceklerdi, peki ya sonra? Toprakları gömüp, üzerlerine betonlar asfaltlar döktük ki güneş insanları koca bir yapay fırının içinde istediği gibi çevire çevire pişirebilsin. İnsanlık neden yerleşik hayatı seçmiş bunu bir türlü aklım almadı. Koca devran döner dünyalar döner ama sen sabit kalmayı seçersin.
-Ne düşünüyorsun, dedi.
-Günde kaç defa gökyüzüne bakıyoruz dedim, aynı zamanda bakarken.
-Sanırım birkaç ayda bir anca, bir futbol takımı şampiyon olunca veya bir çocuğun pipisi kesilip havai fişekleri attıkları zaman.
-Başka dünyalar düşünür müsün? veya da ne zaman düşüneceğiz? Şu gökyüzünü kaplayan bulutları herhangi bir şeye benzetmeyi bırakıp ne zaman dışına çıkabileceğiz tam olarak?
Cevap vermedi bulutun birini bir bıçağın parlak yüzüne benzetirken.
Evrimin kafamızı fazlasıyla kurcaladığı bu dönemlerde yeryüzündeki her şeyin yıldızlardan kopup bizi taşıdıkları düşüncesi sürüklenip duruyordu zihinlerde. Bir şekilde toprakla, ağaçla, çimenle, suyla, demirle ve taşla, kedi ve karıncayla, çekirdek ve tütünle benzer genetik şifreleri taşıyor olabilme olayı çok zorluyor gerçekliği, inançları ve özgür ruhları. Bunca şeye evrilmişken böyle bir ırkın meydana gelmesi de büyük şanssızlık, hepsine nazaran tek yaşadığı yeri mahfeden bizlerdik. Kaç ömür çekerdi bir dünya? Kaç tur daha atardık sırtında atlıkarıncanın? Ne kadar daha peşinden sürüklerdi beyaz tavşan bizleri?
Kardelen
Sahilden eve doğru geçiyorduk, ne ilginç bir adamdı yürürken bile siktir etmişlik vardı vücudunda. Bu kadar nasıl boş vermiş olabiliyor? Nasıl başarıyor, neyi öğrenmiş de böylesine salmış kendini. Yokuşu henüz bir miktar tırmanmıştık, karşıdan bir adam üzerimize doğru geliyordu hatta direk benim üzerime geliyordu. Gözlerini dikmiş adeta sikiyordu gözleri, korku kapladı benliğimi her şeyi unutup kaçmak istedim. O anda Moko kolumdan tuttu adamın bize varmasına iki adım kalmıştı. Adamla çarpıştılar ve sanki şimşek şaktı, flaş gibi bir şeydi ve adam yerden kalkmaya çalışıyordu ama benim bir adımım bile aksamamıştı. Ne olduğunu anlayamadım ama adamın kim olduğunu hatırladım. Moko ile karşılaşmadan birkaç ay önceydi sanırım bir kitapçıda yaklaşıp elime aldığım kitabı daha önce okuduğunu sevdiğini daha güzellerini tavsiye edebileceğini söylemişti. Ben de memnun olurum demiştim, ufak tefek bir adamdı Murat. Edebiyatçı olduğunu söyledi, çok geniş bir felsefe bilgisine sahipti, Schopenhauer’den Nietzsche’ye , Camus’dan Immanuel Kant’a bütün eserleri resmen ezberlemişti. Çok güzel örnekler veriyor çok da güzel konuşuyordu, aklımı almıştı böyle bilgi dolu oluşu. Daha ilk birkaç dakikada etkilemeyi başarmış, okudukları işe yaramış beni evine kadar götürebilmişti. Zaten hayatta şu hayatta her şeyin ucu sekse dokunmaz mıydı? Bütün yazılan kitaplar, şiirler, şarkılar, filmler hepsinin ucu sevişmeye karşı cinsi etkilemeye girerdi. Murat da emeklerinin meyvelerini topluyordu. Evde hala bana aforizma kastığı için artık sıkılmaya başlamıştım, yetmişti bana bu kadar felsefe. Şimdi sevişme zamanıydı, konuşurken yüzüne tişörtümün içinden çıkardığım sutyenimi fırlattım. Bozulur gibi oldu fakat yerde yüzüne çarpan şeyin ne olduğunu anladığında geçti siniri. Kalkıp kucağına oturdum elindeki bardaktan viski koltuğa boşaldı ama o anda milyarlara aldığı koltuk takımının anasının sikilmesine pek de aldırış etmiyordu. Dünyada kaç defa daha böyle bir kızla birlikte olabileceğinin hesabını yapmaya çalışıyordu dudaklarımı emmeye çalışırken. Keşke sevişilebilirliğide felsefe bilgisi gibi olsaydı, ama hayaller onu tüketmişti. Daha kucağındayken boşalan bir felsefe dehası, insanı hüsrana uğratıyordu. Ben gülerken kalktığım kucaktan aşağı çekildim, öyle bir tepki dünyada son isteyeceğim cinstendi. Onu itip kalktım, lavabo aynasında gözlerimin içine bakıyordum. Arkamdan bana sarılan bir erkeklik hissettim ve o an içimi kan kapladı, gözümün içini kaplayandan litrelerce fazlası çantanın içindeki çakımı açtığım gibi vurdum yüzüne. Yanağını delmiştim yan tarafından dişleri gözüküyordu, sinir harbim kaslarımı fazla etkiliyordu. O bir yandan ağzındaki kanı yutmamaya bir yandan beni yakalamaya çalışıyordu, ellerinden kurtulmak için kollarına da vurmam gerekti. Ama birkaç saniye içinde benden vazgeçmişti, fark etmişti benden vazgeçmezse kendi parçalarından birinden vazgeçeceğinden. Hemen caddeye koşup son yolcusunu bekleyen Aksaray dolmuşuna bindim. Dolduğu an kalkan sarı fırtına, galata köprüsünden geçerken adeta köprüyü sallıyordu, bu kadar hızlı nereye yetişiyoruz diye düşündüm. Aksaray’a gelmeden hemen önce lise vardı indim önünde Pertevniyal Lisesi, ne ilginç isim diye düşündüm yürürken. Oradaki insanlar benim fazla yürümeme izin vermedikleri için taksiye binip eve geçtim. Ne zaman sokaklarında rahat yürüyebileceğim bir şehirde yaşayabileceğim acaba.
Moko’nun kaşları öyle bir çatılmıştı ki yüzüne bakarken korktum, ne olduğunu kaç defa sorduysam da eve gelene kadar cevap alamadım.
Üç sene önce yaz aylarıydı, bu olanlardan çok önce bir akşam işten eve döndüğümde hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmayacağını bilemezdim. Hakan vardı sevgilim, aşık olduğum ilk insan. Hakan’ı koltukta oturmuş hıçkırarak ağlarken buldum, elleri ve olduğu her yer kanlar içerisindeydi şok oldum. Hakan’la evlenecektik, aynı evde yaşıyorduk. Dehşete kapılmıştım, koştum diz çöktüm önünde. Ellerini çekmeye çalıştım uzun bir süre karşı koydu, sonra vazgeçti. Gözlerime inanamadım yüzünü boydan boya ayırmış koca bir kesik vardı. Durduramadım göz pınarlarımı ağlamaya başladım. Ne olduğunu sordum, defalarca sordum haykırdım ama nefes almakta zorluk çekiyor bana cevap veremiyordu. Nedenini sorgulamayı bırakıp koşum bir havlu getirip yüzüne bastım. Böyle bir dehşete ne neden olmuştu bir türlü bulamıyordum. Hastaneye gittik hemen, yırtılmış o dokuları birbirine dikebilmek saatler sürdü. Kaşının biraz üstünden başlayıp yanağına kadar inen esas kumaşımızı kaldırıp bütün kemik yapımızı gözler önüne sermişti. Eve döndüğümüzde hala ağlıyordu saatlerdir durmuyordu gözleri, herhangi bir şey de öğrenemiyordum. Bırak öğrenmeyi tek kelime konuşamadı bile, çıldırıcam sandım bir ara sonra sakinleşip herhangi bir şey yapmayı bırakıp onu dizimde uyuttum. Ben de uyumuşum koltukta, hıçkırık sesleri uyandırdı beni o berbat uykumdan sıçratarak. Sesin nereden geldiğini aramaya başladım, Hakan olduğu kesindi ama nereye girdiğini anlayamadım çok karanlıktı her yer. Banyodaydı girdim gözlerim o üç metre kare yerde bile zor buldu onu, küvetin içine girmişti sırılsıklam ıslatmıştı kendini elbiseleriyle hem ağlıyor hem titriyordu. Yüzünden tekrar kanlar gelmeye başlamıştı altındaki suya bakıp bakıp bağırıyordu. Ağlamayı bıraktıramadım ama yatağa götürmeyi başardım. Saçlarını okşayarak uyuttum o gece benim gözlerime uyku girmezken o kollarıma kıvrılarak uyudu. Sabaha karşı uyumuşum bir iki saat ama kalktığımda kollarımdaki sevdiğim adamı bulamadım. Tüm bedenimi anında saran aciz bir korkuya kapıldım, evin her odasında koşturmaya başladım hiçbir yerde yoktu. Sonra işe gitmiş olabileceğini düşünüp rahatladım, aradığımda gelmediğini söylediler. Ne yapabileceğimi dahi bilmiyordum ne kötü duygu elinden bir şey gelememek. Sokağa koştum hemen yerinde durmak bana göre değildi en azından koşmalıydım, bütün sevdiği yerlere gittim tek tek. Barlara cafelere alışveriş yaptığı küçük markete sevdiği kasetçiye ıslak hamburgerini sevdiği o köşedeki büfeye, ama yoktu hiçbir yerde yoktu. Telefonu ve eşyaları evdeydi, ayakkabısı montu cüzdanı arabanın anahtarı. Yok, yok yok. Sır olmuştu, her şeyden aklıma gelen tüm duygulardan ölesiye korkuyordum, son gördüğüm haliye iyi bir şey düşünebilmek mümkün değildi. Aklıma polise haber vermek geldi, koştum karakola eşkalini ve bilgilerini verdim sonrasında benimde iletişim bilgilerimi aldıktan sonra tekrar boşluğa düştüm bekleyecekmişim, haber vereceklermiş. Keşke ben de bir ekiple birlikte sokak sokak arasaydım Hakan’ı. Eve döndüm ve o sonsuz bekleyiş başladı, her telefonu her sesi her zili o sanarak koştum. İnsanlar anlatırdı inanmak zor gelirdi, beklenen olduğunda her gelen o olabilirmiş, şimdi daha iyi anlıyorum ama beklenen olduğunda gelen hiçbir zaman o olmazmış. İki gün bu şekilde geçti, evden hiç çıkmadım her an gelebilir gibi bekledim uykularım hep yarım, düşüncelerim hep onun üzerinde gezindi. Camda bekledim saatlerce, annem camda beklendiğinde gelecek kişinin daha hızlı geleceğine inanırdı. Anne düşündüğün gibi değil, gelmiyor o nerede?
Böyle geçen iki devasa günüm daha oldu ama aramadığım sormadığım kimse gitmediğim yer yurt kalmamıştı, yoktu.
Telefon çaldı koştum heyecanla babası arıyordu, ben bunu nasıl düşünememiştim. Ailesinin yanına gitmiş olabileceği nasıl aklıma gelmedi o kadar arkadaşlarını yıllarca görüşmediği insanları bile aradım da ailesini neden aramadım. Çok sevinmiştim Talat amca aradığında açtım
-Efendim Talat amca dedim
-Merhaba kızım rahatsız ettim kusura bakma ama Hakan’ı arıyorum üç gündür ulaşamıyorum merak ettim yanındaysa veriver sana zahmet. Dedi.
Yıkılmıştım, olduğum yere çöktüm cevap dahi veremedim. Neredeydi bu adam.
Son günlerde evin içinden bir koku alıyordum, anlamadım sokaklardan gelir genelde, bizim buralar pistir kokar. Ama bu sefer iyice abartmış somut hale gelmiş kokuyu elinle tutabilecek hale gelmişti. Evi koklamaya kokunun bizim evden mi geldiğini anlamaya çalıştım. Çünkü ne ben yıkanabiliyordum ne de evde herhangi bir temizlik yapmıştım, olabilecek şeylerdi. Çöpü unutmuşsam atayım dedim, ama herhangi bir şey yememiştim ki çöp olabilsin. Mutfaktaki yemekler kokmuştu ama öyle bir koku değildi bu çok ağırdı, tuvaletlere falan baktım yok. Salona geçip oturduğumda kokunun benden geldiğine yemin edebilirdim, ama kokluyordum her yanımı hayır herhangi bir şey kokmuyordum. Salonu koklamaya başladım bu sefer salonda ne kokar ki? Televizyon koltuk takımı ve annemden kalma eşyaları sakladığım vitrinim vardı. Televizyonun oradaki çekmeceleri döktüm komple orada bir şey yoktu, koltukları ters düz ettim onlarda değildi. En son o tavana kadar olan vitrinin içini açtım, etrafa saçmaya başladım evet koku buradaydı ama nerede.
Boğulacak gibiydim ama çıldırmıştım, duvarda patlatıyordum eski vazolarımı bardak takımlarımı yok yok vitrini yere devirdim komple kırıldı her şey. Ama o vitrinin arkasında gördüğüm manzara beni hayatım boyunca bir daha bırakmadı.
Hakan oradaydı, ama zeminden yarım metre yukarıdaydı. Boynu kırılmış ipin ucunda sallanıyordu. Yüzü mosmor ve ağzından çıkanlar dudaklarının etrafında kurumuş. Gözleri gözkapağı yokmuşçasına açılmışlardı. Sanırım çığlıklarımdan bütün apartman kapıya toplanmıştı, kapıyı yumrukluyordu birkaç koca el. Ama ben olduğum yere düşmüş gözlerimi Hakandan alamıyordum. On dakika sonra kalktım kapıdaki kalabalık sessizlik olunca kapıdan geri dönmeye karar vermişti sesler kesilmişti. Ambulansı aradım adres istediler, adımı sordular ama ben konuşmayı unutmuştum… Sonra Hakan’ın yüzünün neden öyle kesildiğini, bunun ona nasıl böyle bir tramva olduğunu ve sonunda kendi hayatına son verecek kadar canını yaktığını bilmediğimden, ben de insanlara ne olduğunu anlamadan aynı kaderle karşılaşsınlar istedim…
Eve geldik. Moko sinirini aşmak için enstrümanını eline almıştı. Onu kaydetmek istiyordum ama eğer anlarsa buna çok sert tepki verebilirdi o yüzden sadece ses kaydı alabilirdim.
Yüzünden .. .. ..
…….. tığınızda
Gözlerinizle göremezdiniz.
İçinin çocukluğunu
Göremezdiniz.
Fazlasıyla mırıldanır gibi söylüyordu, sanki dişlerinin dibindeki insanlara anlatıyormuş gibiydi. İlk dörtlüğü buydu gözleri kayıyordu şarkı söylerken, nasıl da seviyordu müziği. Saçlarını sallıyordu canlı bir konser gibi havaya sokuyordu kendini. Müziğinde nasıl bir şey varsa insanın zihnine giriyor bambaşka hayallere sokabiliyor insanı. Sanki bütün sırları o nota basan parmaklar anlatacakmış gibi ümit veriyordu. Yapraklar döküyordu müziği bir sonbahar edası, dönüyordu bütün duvarlar onun etrafında tüm saman yolunun efendisi gibi. Büyüleyiciydi.
Bu son
Ve daha çok
Ama bu kez değil
Daha değil.
Uyunurdu bazen, çok geç olmasaydı…
Yaşanırdı bazen , bazen..
Bazen bile yaşanmıyordu bu ejderha yumurtasının üzerinde. Ölümü sevdiriyor insana, belki çok karanlık belki azap fakat hiç bilinmeyen bir sorun. Hiç gidip haber getiren yok, ailemi kaybedeli uzun zaman oldu. Özellikle erkek kardeşimi çok severdim, zamanımızın tümünü birlikte geçirirdik, bana haber getirecek biri olabilseydi o olurdu.
Onu da kaybedeli birkaç yıl oluyor… Hayat beni ölüme yaklaştırdı, geçen bir yerde okumuştum “mezarlıktan korkanın sevdiği ölmemiştir” diye yazmıştı. Ben mezarlıklarda günlerce uyudum.
Toplamda dört şarkı söylemişti hepsini kayıt ettim. Ama kime götürebilirdim ki? Kim değer verirdi buna. Aklıma çok da iyi anlaştığımdostum eski bir müzisyen geldi hemen giyinip içeri geçtim. Beni görünce sinirli bir bakış fırlattı, biraz dışarı çıkıyordum dedim. Gözlerini taş bir mağaranın kapısı gibi ağır ağır kapattı, bu evet demekti. Birkaç dakika sonra Fred’in barındaydım, bana bile o kadar şey yazdıran bu bereketli mekân Moko için de bir şeyler yapardı sanırım. Cem‘i görür görmez adet edindiğim şaplağı yapıştırdım, küfürlerle döndü ve beni görünce o yavşak suratı gülümsedi hemen. Nasılsın nerelerdesin özlettin kendini dedi. İşten atıldım ve biraz kafa dinliyorum benim de hakkım değil mi dedim. Gülümsedim o işine geri dönerken
Bulup yerleştim. Hemen sonra Fred göründü kalkıp sarıldım
-Hoş geldin, dedi. İşte bu sefer hoş buldum dedim. Özledim seni dedim, ben de seni dedi. Konuyu hemen açtım, eğer biraz daha bekleseydim içimin ateşi bu şehri kavurabilirdi. Sana bir şey dinletmek istiyorum dedim ve bunun için bana hayatın boyunca teşekkür edebilirsin dedim.
-Elbette ama önce bize iki bira alayım çocukların başı yeterince kalabalık dedi.
Buzlu bardakta iki bira doldurup getirmişti, ben o gelene kadar sabredemeyip telefonda kaydı ve kulaklığı hazırlamıştım. Daha bardağından bir yudum çekmeden dayadım kulağına kulaklığı. Şaşkınlıkla gülümsedi, beni bu kadar heyecanlı görmemişti daha önce. Odaklanmaya çalışıyordu sese, garsona mekândaki müziği kısması için eliyle işaret etti. kayıdın birkaç saniyesi ne oluyor gibisine yüzüme baktı ben kafamla sabret biraz der gibi yaptım. Sonra masanın yüzeyine odaklanıp dakikalarca ayırmadı gözlerini o noktadan. Gözlerini bile kırpmıyordu, o müziğin içindeyken ben onun yüzünden tepkilerini anlamaya çalışıyordum. Ama bir ruh kadar tepkisizdi. O anda ya kalk siktir git diyecekti ya da bambaşka şeyler olacaktı, arası olamazdı. Video bitti ve derin derin iki nefes aldı. Ama kendini ağırdan satarak;
-Kim bu eleman? Dedi. Erkek arkadaşım dedim. Bir daha şaşkınlıkla yüzüme baktı, bu gün iki etmişti onu şaşırtışım. Eğer onu tanısanız onu şaşırtmanın ne kadar zor olduğunu anlayabilirdiniz.
-Yarın akşamüstü bi uğrasanıza hem tanıştırmış olursun dedi Fred. Getirmek için biraz fedakârlık yapmam gerekebilir, ama mutlaka getireceğim. Biramdan daha bir yudum bile almadan çıktım mekândan, çok heyecanlıydım. Fred eski bas gitaristtir çok geniş bir müzik çevresi ve birikimi vardır o bir şeyi beğendiyse o gerçekten güzeldir. Kendisi çıkan bir kavgada bileğinden birkaç parça kopunca müziği ve gitarını bırakmak zorunda kalmış o halat tellere basamamış ama hep içinde kalmıştı.
Eve girdiğimde sandalyeye oturmuş meşhur meditasyonunu yapıyordu. Bir buçuk saat boyunca onu izledim, yutkunuyor boynunu yukarı aşağı yapıyor ve hızlıca sağa sola. Kolları, onun değiller gibi hareket ediyordu. Zihninden neler geçtiğini ölümden sonra neler olacağından daha çok merak ediyordum. Sonra uyandı, beni görmesi beş dakikayı buldu. Çok sakin bir şekilde kalktı bıraktığım adam değildi artık sakinleşmişti fazlasıyla. Yanıma oturdu yüzümü ellerinin içine alıp öpmeye başladı. Tadı tıpkı küçükken yemekten çok hoşlandığım ama adını bir türlü hatırlayamadığım o mayhoş şekerli çikolataya benziyordu. Onunla geçirdiğim bu şehvet zamanları bu gezegene ait değildi onun farkındaydım ve onu kaybetmekten ölesiye korkuyordum. Hiç tatmadığım duygulardı bunlar. Her seferinde sanki bir daha sevişemeyecek gibi sevişiyorduk, yarın yokmuş bir saatimiz bile yokmuş gibi. Öylesine deli gibi, beni soyup üstüme çıktı, o beni avını yakalayan bir aslan gibi kavrıyordu üstümdeyken. Çok ani ve kararlı bir hali var her zaman. Vücudumu benden iyi tanıyordu, dokunacağı yerleri benden iyi biliyordu.
Parmak uçları bütün boşlukları dolduruyordu. Onun dışını sarmak milyon metreküp suyu içinde tutan bir bulutun, koca bir şehri sel alana dek dövmesi gibiydi.
Duşa tabi yine beraber girmiştik. Küvetin içindeyken onu bir arkadaşımla tanıştıracağımdan bahsettim ama pek oralı olmadı. Gene de kabul etti denebilecek bir yüz ifadesi vardı, çapkın gülüşlü yamuk surat. Genelde pek konuşkan biri sayılmazdı hiçbir arkadaş ortamında koyu bir sohbetin içinde hayal edemiyordum onu. Sanki hep bir köşede oturmuş hayatını düşünerek bir şeylere kızarak geçirmiş gibi.